Thursday, April 24, 2008

Rüşvet



Birinci sınıflara ithafen


Aylardan nisan, günlerden perşembeydi. Üniversite kapısından birkaç sene önce girmiş olan Beşir, analitik kimya laboratuarında titrasyon deneyini yapıyordu. Böylesi deneyler Beşir’in hayat felsefesine ışık tutuyor ve birtakım kanaatlere vardırıyordu. Yani, kimya gibi, hayatın da hassasiyet ve denge meselesi olabileceğini, kimya sayesinde aşına olduğu mili, nano, piko kavramlarının hayatta da var olabileceğini düşünüyordu. Nasıl ki, asit- baz titrasyonunda titrant çözeltisinden bir damlacık kaçırsa bile talep edilen denge kıvamını yakalayamıyorsa, hayatta da arzu-ihtiyaç titrasiyonunda dengeyi yakalayabilmek için biraz dikkat etmesi gerekiyordu.

Sabah sekizi kırk geçe başlayan deney onbire doğru bitti. Laboratuardan çıktığında, öğle yemeğini yiyebilecek kadar acıkmış hissetmiyordu. Dolayısıyla, kafeteryaya girmedi, yanından geçti. Yollarda otobüslerin boy boy dizildiğini gördü. Lise son sınıfında olan üniversite adayları kafileler şeklinde üniversiteyi gezmeye, görmeye gelmiş olmalıydılar. Kültür Kongre Merkezinin biraz daha ilerisine kadar gitti. Elbisesinden liseli olduğu anlaşılan bir gencin az ötesine, çimenlerin üzerine oturdu.

Gölgesine sığındığı altı metrelik ağaca baktı. Suyun bu ağaca çıkabiliyor olmasını, yaprakların emiş kuvvetinin yer çekimi kuvvetine daha baskın olabileceğine verdi. Yapraklardan buharlaşan su, vakum etkisi yapıyor ve motora gerek bırakmadan topraktaki suyu ağaca temin ettiriyor olmalıydı. Bütün bunları düşüne dururken, liseli çocuğun yanına üniversiteliye benzeyen biri yaklaştı ve selam vererek çocuğun yanına oturdu. Cebinden bir paket sigara çıkarttı ve çocuğa teklif etti. Beşir’in dikkati ağaçlardan çocuğa kaysa da, alakasız ve dikkat etmiyormuş gibi görünmeye çalıştı. Çocuk içmediğini söyledi. Üniversiteli bir sigara yaktı ve ağzına götürerek derince içine çekti. Bunu yaparken gözlerini hafifçe kıstı, dünyanın istikbali ile dertlenmiş kadar dertli görünüyordu. “Ben sigarayı neden içiyorum, bir sor” gibisinden hali vardı. Sonra, ağabeylik taslarcasına, çocuğun ismini, nereden geldiğini, hangi bölümde okumak istediğini sordu. Çocuğun astronomiye meraklı ve hevesinin fizikçi olmaktan yana olduğu anlaşılıyordu. Tanışma faslından sonra, çocuk üniversitedeki bölümler, dersler ve sosyal aktivitelerle alakalı birçok soru sordu. Sonra beklenmedik bir şey oldu, çocuk bir sigara istedi. Üniversiteli “Ha, tabi, ne demek” diyerek paketi çocuğa uzattı. Beşir çocuğa yakınlık hissettiği için olanları üzülerek takip ediyor ama müdahale etmekten de çekiniyordu. Çocuk gülümseyerek paketten bir sigara çekti, biraz inceledi. Yanan çakmağı görünce sigarayı ağzına aldı ve ateşe doğru eğildi. Yüzünün kıp kırmızı oluşundan ilk denemesi olduğu belli oluyordu. Feci öksürmeye başlayınca refleksle sigarayı ağzından çıkarttı ve farkında olmayarak yanan ucunu üniversitelinin tişörtüne batırdı. Sigara tişörtü delerek tene dokunmuş olmalıydı ki, üniversiteli yerinden fırladı. “Yahu, ne yapıyorsun?” diyerek bağırmaya başladı. Çocuğun öksürükleri arasından cılız bir ses çıktı, “abi, özür dilerim”. Bir müddet sonra, üniversiteli sakinleşti ve tekrar babacan görünmeye çalışarak “tamam, bir şey yok, tişörte yazık oldu sadece” diyerek gülümsemeye çalıştı. Buna tepki olarak, çocuğun yüzünde anlamsız bir ifade vardı. “Nasıl yani?” der gibiydi. Biraz sonrasında kendisini açığa verdi, “Abi, tişörtünüzü değiştirme fırsatınız var, cildiniz eğer yandıysa krem sürerseniz geçer. Oysa akciğerlerinizi yenileyemeyeceksiniz. Delinen tişörtünüze üzüleceğinize, delinen akciğerlerinize üzülmeniz gerekmez mi?” Üniversitelinin tebessümü kayboldu, yerini şaşkınlık ifadesi aldı. Tam o sırada otobüslerin olduğu taraftan bir ses “Ali ihsan, hadi buraya gel, gidiyoruz” diye çağırıyordu. Çocuk yerinden fırladı, “abi çok sağ olun, beni çağırıyorlar” diyerek otobüslerin olduğu tarafa koştu. Üniversiteli çocuğun arkasından bakakaldı. Sonra çocuğun yere attığı sigarayı basarak söndürdü ve kütüphanenin olduğu tarafa doğru yöneldi. Liseli çocuğa hayran kalmamak mümkün değildi.

Beşir de çocuğa hayran kalmıştı. Yavaşça yerinde doğruldu ve çarşıdaki Şok mağazasına doğru yürüdü. “İçmek” kelimesi alt bilincinde susamışlığı çağrıştırmış olmalıydı ki, yemekhaneye gitmekten vazgeçti. Onun yerine soğuk bir içecek alacaktı. Mağazaya girdi ve içecekler reyonuna geçti. Kolayı eline alırken tereddüt etti, acaba süt veya meyve nektarını mı alsaydı. Ne de olsa, kolanın besin değeri yok iken süt ve meyve nektarının besin değeri vardı. Hani, asıl amaç suyu vücuda alarak susuzluğu gidermek değil miydi? Beşir, rasyonel olabilmek için mevcut düşünce algoritmasını yenilemeyi deniyordu.

Kararını verirken başvurulabileceği iki farklı referans vardı, biri dili, diğeri de midesiydi. Yani dilin tat ihtiyacını mı, yoksa midenin hammadde ihtiyacını mı önemsemeliydi? Bir dil, ağız girişinde kimlik soran güvenlikçi statüsünde iken; mide, vücudun altyapısından sorumlu rektörü makamındaydı. Dolayısıyla vücuda giren on faydadan sadece birisi kapıcıya, dokuzu mideye ait olmalıydı. Kapıcıya maaşından fazlasını vermek, bir rüşvet çeşidi olduğu için suç teşkil edebilirdi. Kolayı rafa geri koydu ve böylece üç tercihinden birini elemiş oldu. Meyve nektarında C vitamini, sütte ise A,D vitaminleri ve kalsiyum vardı. Sabah peynir yemiş olduğundan sütten alacağını peynirden de almış olmalıydı. Dolayısıyla, süt yerine meyve nektarını tercih etti. Çünkü C vitamini ihtiyacını karşılamak daha mantıklı görünüyordu.

İyi veya kötü, faydalı veya zararlı fark etmez, her ne olursa olsun yeni olduğu sürece bizi cezp eder. Belki bundan dolayı birçoğumuz, kapının ardındakilerden habersiz, riskleri göze alırız. İki değil, üç değil, belki ellinci el olan ortamlar, çevreler, fırsatlar bizleri yeni kuşattığı için, ilk kullanıcısı bizmişiz gibi gelir. Sırf bilinmediğinden ve keşfedilmediğinden, kusurdan başka sermayesi olmayan bir muhtacı geda, nazarımızda, ‘aranan ve beklenen kurtarıcı’ gibi oluverir. Oysa fikirleri ve hevesleri mantık süzgecinden geçirerek daha rasyonel kararlar verebiliriz.

Monday, March 24, 2008

Sadakat kadehi

Anneler Günü vesilesi ile,

Annelere ve anne adaylarına ithafen


Ahmet ODTÜ Endüstri Mühendisliğinden mezun olmuş, askerliğini yapmış, nişanlanmış ve itibarlı bir şirkette uzman yardımcısı olarak işe başlamıştı. İçkili partilerden pek hoşlanmadığı için şirketin geleneksel hale getirdiği kuruluş yıl dönümü partisinden kaçmak istemişti ama kaçamamıştı. Ve ‘A’ sınıfı masasında sessiz, sakin otururken, kadehi kaldırmak üzere başkan tarafından ilk kez ayağa kaldırılmıştı. Başkanın bu tavrında sanki bir kasıt ve bir inat vardı. Ayağa kalkarken sekiz sene öncesi hayalenden geçti. O gün kadınlar günü idi. Annesi için bir sürpriz düşündüğü için, dershane çıkışı bir çiçekçiye uğramış ve Galatasaraylı olduğu için de sarı ve kırmızı lalelerden bir buket yaptırmıştı. Eve vardığında, tahmin ettiği gibi annesi çok şaşırmış ve “Baksana, benim oğlum ne kadar da büyümüş” diyerek iltifat etmişti. Çiçekleri vazoya yerleştirmek için salona doğru giderken konuşmasını, “bana verebileceğin en büyük hediyeyi henüz vermedin. Oysa hayati olmasına rağmen, edinilmesi ne kadar da kolay ve basit bir hediye” diyerek sürdürmüştü. Şaşkınlığın sırası bu sefer Ahmet’e gelmişti. Meraklı gözleri ile annesini takip ederken, “muhtemel hediye, üniversiteyi kazanmaktan başka ne olabilir ki?” diye düşünmüştü. Aklından “Ah anne, sizin zamanınızda ÖSS belası mı vardı?” diye geçirmişti. Annesi; “mutfaktaki masanın üzerinde, içinde su olan bir sürahi var, onu bana getirir misin?” deyince sürahiyi kapıp annesinin yanına yaklaşmıştı. Annesi çiçekli vazoya suyu koyduktan sonra “Renkleri gerçekten çok isabetli seçmişsin. Bak, kırmızı sevgiyi simgeler, sarı ise güven ve sadakati temsil eder. Şimdi bana bir söz vererek hediyelerin en büyüğünü yapmaya hazır mısın?” diye sormuştu. Onay işaretini alınca da, ”O zaman, sigara ve içkiyi kesinlikle tatmayacağına söz verebilir misin, böylece hediyelerin en büyüğünü bana takdim etmiş olacaksın” demişti. Ahmet’se, “Anne, bundan daha kolay ne olabilir ki, ben de ÖSS ile ilgili, ciddi bir şey sanmıştım” diyerek gülmüştü.
Oysa annesine söz verdiği için durum ne kadar da kritik görünüyordu. Ne sadakatine toz düşürmeye, ne de günah keçisi gibi görünmeye niyeti vardı. Öyle bir şey olmalıydı ki, içkiyi içmediği için herkes takdir etmeliydi. Konuşmasının dâhiyane çerçevesi kalbine ilham oldu ki, bu çerçeve sayesinde manzara tam istediği gibi olacaktı.
Kadehini portakal nektarı ile doldurdu ve konuşmaya başladı; “Kaderin garip bir cilvesi ki, muhterem insanları bir araya getiren bu gözde şirketimiz Mayıs'ın ikinci haftasında kurulmuş. Bu sebeptendir ki, kadehimi Allah’ın en güzel hediyesi ve en şirin emaneti olan annelere kaldırmak istiyorum. Kanaatim odur ki, insan aklı, anneye ne kadar borçlu olduğunu algılayamıyorsa kapasitesinin çok altında bir seviyede iş görüyor demektir. Çünkü daha dünyaya ilk gözümüzü açtığımızda sevgi ile karşılaşırız. Bu sevgi sayesinde hayata bağlanırız. Ayakkabımızın bağı bağlanır her çözüldüğünde, gömleğimizin düğmesi dikilir her koptuğunda, maharetsizliğimize ve sakarlığımıza rağmen hep övülür dururuz komşu toplantılarında. Anne bilincinin bir kısmını, bazense tamamını bize verir. Öğütlerin en güzelini ve tabi ki en tesirlisini yine o verir. Bütün bunların karşısında annenin değerini gerçekten anlayabilmiş miyiz? Eğer anlayabildiysek, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü kavgalar, aşağılamalar, lakap takmalar toplumumuzda neden hala var? Değerli büyüklerim ve meslektaşlarım! Anne hangi konumunda olursa olsun bulunduğu mekânın en ince, en zarif nakşı ve yeryüzünün en büyük, en değerli hazinesi mahiyetindedir. Çünkü eğer o kız kardeşimiz ise uzlaşılması kolay, sevecen bir dosttur; büyük annemiz ise elverişli, tesirli teselli makamıdır; teyzemiz ise umulmadık sürprizlerin kaynağıdır. Şüphesiz anne bütün halleriyle merhamete, nezakete, müsamahaya, iltifata ve bizde olan her şeye sahip olması için liyakati tartışılmaz, eşsiz bir mahlûktur.” “O halde, hadi onları karşılıksız sevelim, onlara şefkatle ilgi gösterelim, onlara bir çıkar gözetmeden muamele edelim. Hadi, onları koruyalım, destekleyelim, cesaret verelim, duygularını paylaşalım ve gerekirse uğruna kendimizi harcayalım. Ve bu tutumumuzu yılın tek günü ile sınırlı bırakmayalım.
Sayın başkanım! Sizler beni takdim ettiğinizde hayalen yıllar öncesine gittim ve verdiğim sözü hatırladım. Bu sözü sıradan birisine değil, anneme vermiştim. Verdiğim söze sadık kaldığımı gösterme babında, siz büyüklerimin nazarında içki yerine bu portakal nektarını annelerin parlak istikbali için içmek istiyorum. Ve hepinizi saygı ile selamlayarak teşekkür ediyorum. Müsaadenizle” dedi ve oturdu.
Nektarını yudumlarken salonda alkış fırtınası koptu. Bu durum karşısında Ahmet, hadisenin bizzat kendisi güzel değilse, neticesinin güzel olabileceğini anlamış oldu. Sağ tarafında oturan şirketteki oda arkadaşı Raşit, Ahmet’in kulağına yanaşarak “Niye portakal nektarı, kola veya gazoz değil, oysa bak, masada onlar da var?” diyerek sordu. Ahmet boşalan bardağını tekrar portakal suyu ile doldurduktan sonra “hani, sarı renk sadakati temsil ediyormuş ya” diyerek gülümsedi.

Friday, January 11, 2008

Çemberler









Sevdaları aradım baharın gerisinde
Bir mermi sonbaharı etti bana hediye
Artık bırakın beni, çağırıyor sevgili
Kurşunlar mavi göğü aralama peşinde
Yeni Cağ


Hayat bir çemberdir. Hayat, yapıtaşları gece ve gündüz olan çemberdir. Saniye dakikanın, dakika saatin, saat ise bir günün sermayesidir. Bir saat 60 dakikadan, gün ise 24 saatten oluşmuş bir çemberdir. Aylar günlerden, yıllarsa aylardan oluşmuş çemberlerdir. Ve her bir çember hayat çemberinin üzerinde bir doğru parçası olarak yerini alır. Bir gün yelkovan dünyadaki son yolculuğuna çıkar ve ateşten bir çember çizer. Bunu gören akrep kendini sokmak zorunda kalır. Ve böylece bizim için bir başka yolculuğun kapısı aralanır. Kış biter ve bir başka bahar başlar. Uzadıkça kısalan hayatın son noktasıyla baş noktası birleşir.
Kainat galaksilerden oluşmuş, ve “Büyük Patlama(Big Bang)” kuramına göre, gittikçe büyüyen bir çemberdir. Her galaksi milyarlarca “güneş sistemi” çemberlerinden oluşmuş birer çemberdir. Biz çember üzerinde yürüyoruz, bize göre koskoca ama evrene göre kum tanesi büyüklüğünde bile olmayan bir çemberin farklı parçalarını her birimiz yaşadığımız surece aşındırıyoruz. Üzerinde yürüdüğümüz bu çemberse “güneş çemberi”nin etrafında yine bir çember çiziyor ve böylece mevsimler oluşuyor. Mevsim farklarından dolayı da zaman oluşuyor… Tıpkı evrende olduğu gibi insan hayatında da sayısız çemberler ve mevsimler vardır. Su anda bahar kapıdan içeri girdi. Hoş geldi sefa geldi, bahar mevsimlerin en güzelidir. Bahar bir çemberin parçası olduğu için bizler onu daha öncede görmüştük. Her mevsim gibi bahar da kendine özgü meyvelerini bugünlerde pazarlarda süsledi. O meyvelerden yiyince, meyveler bizden birer parça olur. Bize hayat, bize güç verirler. Çünkü hücrelerimizin içinde onlara yön verecek sayısız çemberler vardır. Çünkü hücrelerimizin mitokondrilerinde onları işleyen sayısız krebs çemberleri vardır. Hayatımızın kış mevsiminde insanlarla beraber onlar da toprağa karışırlar. Yani yine pazarları süslemek üzere yolculuklarına devam ederler. Böylece çemberin geometrisine sadakatlerini sunmuş olurlar. Saprofit bakterilerin çemberlerinde organik moleküller inorganik moleküllere dönüşürken, bitkilerin yapraklarında ise tam tersi olur. Moleküllerin yolculuğu bir çemberden ibaretse aslında bu sonsuzluk demektir çünkü çemberin üzerindeki yolculuklar kesiksiz oluyor… Tohum ölmediği için fidan olmuştu. Fidan ölmediği için ağaç olmuştu ve kendisi çamur yediği halde meyvelerine temiz gıdalar yedirmişti. Bizim tarafımızdan yenen meyveler ölmedikleri için hayat mertebelerinin yükseklerine doğru tırmanmışlardı... Bir zigot ölmediği için çocuğa dönüştü. Zamanla bu çocuk delikanlı oldu. Demek ki, ölümle ölümü öldürdüğümüz için bizler hiçbir zaman ölmüyoruz.
Hepimiz okul yollarında hayatımızın en değerli anlarını tüketiyoruz. Mezun olacağımız günleri iple çekiyoruz. Çalışırız gelecekte mezun olabilmek için. Acaba yaşıyoruz gelecekte ölebilmek için mi?
Eğer, hayat bir çemberden ibaretse çekilen çileler boşuna değildir. Mimar Sinan çoktan ayrılmıştı oysa Selimiye’si hala ayakta. Atatürk aramızda değil ama kullandığı birçok eşyası Anıtkabirde sergilenir yani hala hayattalar. Bir betonun, bir demir parçasının veya bir heykelin, sanatı ve değeri bakımından, insanın tek hücresine dahi yetişemeyeceğini hepimiz biliriz. Oysa, değersiz olanların değerlilere kıyasla daha fazla yaşadığını görüyoruz. Ortada bir çelişki, bir problem var. Bu problemi çemberlerin müthiş zekâsına ve enfes işleyişine havale ediyoruz.
Aslında beyin ve kalpte birer çemberdir. Biri görür ötekisi hisseder. Biri başlatır diğeri tamamlar. İkisi bir kloroplastın granası ve stroması gibidirler. İşbirliği yaparlarsa ortaya şeker çıkar, böylece hayatımız tatlanır. Ne yazık ki, ikisinin isleyişini genellikle veya, iyimser olursak, bazen dengeleyemiyoruz ve belki de bu yüzden mutlu olsak ta huzurlu olamıyoruz. Mutlulukla huzur arasındaki fark meyve aromalı içecekle meyve nektarı arasındaki fark kadardır.
Kâinatta daha bilmediğimiz nice çemberleri vardır. Belki de bildiklerimizin milyarlarca katı kadardır.

Otobiyografi

1980’in bir Ağustos sabahında, güneşten birkaç dakika önce, Türkmenistan’da Daşoguz ilinin Tagta ilçesinde doğdum. İsmimi şair dedem beğenmiş. İki yaşıma basmadan Daşoguz şehrine taşındık. Dört yaşımda evimizin hemen yanındaki No:17 kreşine başladım. Canım sıkıldığında evime kaçıyordum. Annem kreşte aşçı olarak işe başlayınca onunla karşılaştığımda peşine takılıyordum. Altı yaşıma geldiğimde kreşin yanındaki No:1 Rus Okulu’na başladım. Nelya Djumutovna ilk öğretmenim oldu. Rusça okumayı ve yazmayı ondan öğrendim. İlk şiir ezberlemeyi o yaşlarda başlamıştım. Ancak, “Pereskaji, çto ti proçital”, yani “Okuduklarını anlatabilir misin?” denilince çok zorlanıyordum. Okulun girişinde Lenin büstünün hemen sağında, duvarda kabartılmış ve zihnime kazınmış bir cümlesi vardı; “Okumak, okumak, okumak ve bir kere daha okumak.”
Apartmanda alt kat komşumuz Özbek, karşı komşumuz ise Ermeni asıllıydı. Haliyle, ilk dostlarım o ailenin çocukları oldu. Anlaşabilmek için aramızdaki ortak dil olan Rusçayı kullanıyorduk. Küçük dostlarımın anneleri gittiğim okulda Rusça öğretmeni oldukları için ödevlerimi yapmamda yardımcı oluyorlardı.
Üçüncü sınıftan sonra, yani sekiz yaşıma geldiğimde Daşoguz’un ‘Nıgmat’ semtine taşındık. Kaydım No:1 Rus Okulu’ndan No:3 Rus Okulu’na alındı. Yeni arkadaşlıklar edinsem de eskileri sevdiğim kadar onları sevemedim. Dolayısıyla, çocukluğumun geçtiği eski semtimi çok özlüyordum ve bazen oraya gidiyor, saatlerce eski evimin olduğu apartmanın önündeki bankta oturarak etrafı seyrederdim.
Dördüncü sınıftan yedinci sınıfına kadar No:3 Rus Okulu’nda okudum. Yedinci sınıfta ders notlarım çok yükseldi. Çalışkan, yaramazlık yapmayan, örnek öğrenci profilini çizmiştim. Sevmediğim ve zevk alamadığım dersler arasında kimya, cebir ve geometri vardı. Cebir dersinin hocası; “ya kaç kere söyleyeceğiz, elma ile armut toplanmaz diye?” dese de ben; “Ama fen hocamız, Miçurin’in armut ağacını elma ağacına aşıladığını söylemişti” diye düşünürdüm. Maalesef benim düşündüğüm olmuyordu ve cebir dersini zar zor geçebiliyordum. Geometri dersinde ise sürekli ispat soruluyordu. Üçgenin iç açılar toplamının 180 derece olduğuna, paralel çizgilerin kesişmediğine dair verilen ispatlar beni neredeyse öldürüyordu. Kimya dersinde Mendeleyev’in periyodik tablosu kullanılıyordu. Molarite, mol sayısı gibi hesaplamalar istendiğinde isyan edercesine, içimden “yahu bana ne ya?” diyordum. Yani, kimya dersi, cebir dersinin yaramaz kardeşi gibi bir şeydi benim için. Ama gel gör ki, yıllar sonrasında kader beni o derslerle barıştıracaktı.
Beşinciden sekizinci sınıfına kadar sınıf öğretmenliğimi Rema Gregoryevna yaptı. Rus dili ve Edebiyat derslerine girdiği için her yaz tatili öncesinde bir kitap listesi verir ve tatil sonrasında bizden kitapların muhtevasını anlatmamızı isterdi. Genellikle o zamanlarda çok feci fırça yiyerdim. Çünkü dedemin yanında, geçirdiğim yaz tatillerinde birçok arkadaşım olur, onlardan ayrılarak uslu uslu bir köşeye çekilip kitap okumak benim için çok zor, hatta imkânsız gibi gelirdi.
80’lerin sonlarına geldiğimizde devletin başında Mihail Sergeyeviç Gorbaçov vardı. Eski başkanlardan çok farklıydı, çünkü rol yapmıyordu, manken değildi, resmi görünmüyordu. O zamanların en popüler kelimeleri “Perestroyka ve Privatizasiya” idi. Perestroyka, yenilenme Privatizasiya ise özelleştirme manasına geliyordu. Devlet zarar eden fabrikalarından kurtulmak istiyordu. Çubayse denen bir bakan ikide bir televizyonlara çıkıyor ve Sovyet halkına çok yabancı, “Vaunçer” denen yeni bir kavramı tanıtıyordu. Vaunçer, hisse senedi gibi bir şeydi ve fabrika işçilerine eşit miktarda dağıtıldı. Ancak Yahudi işçiler hariç herkes elindeki hisse senetlerini satmaya çalışıyor, kendisine ya bir ev ya da bir araba alıyordu. Doğal olarak hisse senetleri Yahudilerin elinde toplandı ve fabrikanın yeni sahipleri ortaya çıktı. Sovyet birliğinde ‘Oligarh’ denen yeni bir zümre yükseldi. Yeni fabrikatörlerin ilk teşebbüsü gizli işsizliği yok etmek oldu. Yani, bir işletmede bir kişinin yapabileceğini on kişi yapıyorsa dokuz kişiye boşuna maaş veriliyor demekti. Böylece, ülkede işsizlik nüksetti, üretim azaldı, halk fakirleşti. Bu kaosun türbulansı ile Gorbaçov koltuğundan oldu ve Sovyet birliğinin varlığına son verildi.

90’lı yıllardı, Sovyet birliği dağılmış ve demir perdeler yıkılmıştı. Herkes “Bundan sonra ne olacak?” diye soruyordu birbirine. Otorite boşluğu hâkimdi, denetim kayboldu, anarşi popülerlik kazanıyordu. Televizyon kanallarında sosyalizme alternatif sistemler gündeme geliyor, ateizmin çürük yanları korkusuzca ifşa ediliyordu. Hıristiyanlık, Budizm, Krişna, Yahova, gibi birtakım dinlerin mensupları boşluğu fırsat bilmiş ve dağılmış ülkelere hücum etmişlerdi. Sıra arkadaşım Hıristiyanlığını ilan ediyor, halam Krişna ve İslam arasında muhayyer kaldığını söylüyordu. Rusya kanallarının bazılarında papazların sohbetlerine yer verilir olmuş, bazılarında ise Nirvana’ya ulaşmanın yolları tarif ediliyordu. Babam ise hepsinin saçma olduğunu, önemli olanın politika olduğunu söylüyordu. Bense yedinci sınıfın sonlarına gelmiştim. Yaşımın on üç olduğu o sıralarda ilk aşkımı bulmak için daha çok heveslenirdim.

Bir gün bir arkadaşımdan Türklerin erkek koleji açtığını ve sınavla öğrencilerin alındığını öğrendim. Hem de okuduğum okuldan sadece bir sokak ilerideymiş. Üç arkadaşla birlikte cesaretimizi topladık ve sınavla ilgili bilgileri almaya gittik. Oradaki bir yetkili yarım yamalak bir Türkçe ile “Sınav soruların hemen aşağısında beş tane şık veriliyor, onlardan bir tanesi doğru, diğerleri yanlış cevaplardır. Siz doğru olanı işaretleyeceksiniz.” dediğinde çok şaşırdık. Çünkü klasik soruların sorulduğu sınavlara alışmıştık.
İki ay sonra, sınav günü gelip çattı. Arkadaşlarımla birlikte farklı sınıflarda sınava girdik. Test sınavınınçok kolay olacağını sanıyordum ama alıştığım standart beş-on soru yerine tam yüz tane soru ile karşılaştığında bir şok yaşadım. Sınav sonrasına kadar zor yetiştirebildim. Okulun avlusundaki kalabalıkta beni bekleyen arkadaşlarımın yüzündeki şaşkınlık beni şaşırtmadı. Eve giderken, yollarımız ayrılana kadar sürekli soruları konuştuk ve birbirimizi teselli etmeye çalıştık.
Girdiğimiz sınavdan sonra üç ay geçti. O sıralarda dedemin evinde televizyon karşısında uzanıyordum. Ayağımda bir yara vardı. Çünkü iki gün öncesinde arkadaşlarımla nehir içinde yüzme kovalamacası oynarken ayağıma bir cam parçası barmıştı. Yaramın iyileşmesi için televizyon izlemekten daha masum bir şey bulamamıştım. Sınavın açıklandığı haberini üvey abim dedemin evine gelerek söyleyince ilk işim eve kavuşmak oldu. Okulun yatılı olduğunu, iki haftalık adaptasyon proğramına çağrıldığımı annemden öğrendim. Bu süreç zarfında gerekli olabilecek eşofman, havlu gibi eşyalarımı ve kırtasiye malzemelerini çantama alarak okula gittim. Sınava beraber girdiğim üç arkadaştan sadece beni çağırmışlar. Yoğun iki haftalık program sonrasında tekrar bir sınav yapılarak eleme yapıldı. Elemeden geçtiğimi öğrenince çok sevinmiştim.
İlk yıl İngilizce ve Türkçenin bir arada öğretildiği hazırlık sınıfı vardı. Eski okulmdaki rus dili ve edebiyat hocamız gibi Türk hocalar da sürekli kitap okumaya teşvik ettikleri için kitap okuma baskısından hala kurtulamadığımı fark ettim. Hiçbir şey anlayamasam da, sırf okumuş olmak için bana verilen kitapları hızlıca okuyup teslim ediyordum. Ancak, her seferinde suratım ekşileşiyor ve bir türlü sevinemiyordum. Çünkü kendimi zorlayarak bitirdiğim bir kitabı belletmen abim alıyor ve soğukkanlılıkla başka bir başkasını elime tutuşturuyordu. Zamanla bu duruma alıştım ve kitaplardan zevk almaya başladım.
Medyadan ve babamdan, müslümanların şehvetine düşkün, uzlaşılması zor, hoşgörüsüz ve radikal tipler olarak öğrenmiştim. Dolayısıyla bu yönde önyargılarım vardı. Ama lise birin sonlarında birer birer yıkılmaya başladı. Çünkü müslüman sıfatındaki hocaların tavırları önyargılarımla çelişirdi. Hafta sonları eve geldiğimde heykeltıraş olan babam “Türkler tam müslüman değil, çünkü gerçek müslümanların bilimle alakaları olmaz” diyerek kendince bir yorum yapardı.
Hayatımda hiç cami görmediğimden okuduğum bazı romanlarda geçen şadırvan, şerefe, minare gibi kelimeleri zihnimde pek canlandıramazdım. Onları bizde olmayan ve Türk mimarisine has yapıtlar olarak algılardım. Şule Yüksel Şenler'in “Huzur Sokağı” romanını bitirdiğim sıralarda, yani on altı yaşlarımda müslüman olmaya karar verdim Müslümanlığın gereklerini öğrenerek gizlice uygulamaya başladım. Bu durumu öğreninde babam çok şaşırdı ama pek umursamadı. Bazen hiciv yapardı, “Cihada ne zaman çıkacaksın? Silah eğitimini almayacak mısın?” derdi. Hal böyle iken aileme daha saygılı olmaya çalışırdım. Kardeşlerimin dersleriyle yakından ilgilenir ve eskinin tam tersi, onlara yardımcı olurdum. Darvin’in savunduğunun tam aksine, tabiatta çatışmanın olmadığını, bilakis yardımlaşmanın var olduğunu savunurdum. Her canlı ekosisteme çalıştığı için, dolaylı olarak bir başka canlıya yardım etmiş olduğunu örneklerle anlatmaya çalışırdım.
Hazırlık sınıfında ninemi, lise üçte ise dedemi kaybettim.
Lise üçün sonunda ülkemi uluslararası biyoloji olimpiyatında temsil etme hakkı kazansam da mansiyon ödülü ile yetindim. Liseyi on ikincilikle kazanmıştım ancak üçüncülükle mezun oldum. Üniversite sınavında devlet bursunu kazanarak Ankara Üniversitesinde Ziraat Fakültesine başladım. Üniversite yıllarımda okul derslerimin yanında muhakeme ve mantık gibi bazı felsefe kavramları ile meşgul oldum. Ankara Üniversitesinden mezun olduktan sonra Siyasal Fakültesinde yüksek lisansa başlamayı yeğlerken, manevi babam hükmünde olan Kemal Oktar Bey’in teşviki ile YÖS sınavına girdim. ODTÜ Kimya Mühendisliğini kazanınca ikilemde kaldım ama daha sonra yüksek lisans yapma fikrini ertelettim. Ancak bir noktadaki kararlılığım bir zemine oturmuş olsa da bir farklı noktadaki endişelerim su yüzüne çıkmaya başladı. Endişelerim arasında özel hayatım da vardı. O zamanlarda karar labirentindeki tercihim sürekli çıkmaz bir sokağa takılırdı. Birinden çıkmazdan diğerine derken, belki nefes nefese kalırdı ama bana ulaşamazdı, beni bulamazdı. Hayatım gereksiz bir rotaya girmiş gibiydi. Manasızlığı, suniliği o safhalarda hissettim. Bir şeyler kazanırken bir şeyler de kaybediyor gibiydim.
Toparlamak gerekirse, her insanda olduğu gibi benim de arzularım, korkularım ve hedeflerim vardır. Hedeflerimden en büyüğü, gelecek nesillere miras bırakabileceğim, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanı ağırlığında, 1990–2020 yıllarını anlatan birkaç roman yazabilmektir. En büyük korkum, bencillik, kendimi beğeniyor olmak ve beni beğenenleri beğenmek gibi zehirli huylarımdır. Her fanide olduğu gibi, benim de bir gün dünya ülkesindeki oturma iznim bitecektir. O saniyede bana emanet edilmiş gençliğimi, sağlığımı ve mal varlığımı döviz bürosunda, istikbal ülkesinin para birimine çevirmiş olmam gerekiyor ki, baki ülkemde sefalet çekmeyeyim. Böylesi hayati bir meseleden dolayı hayat felsefemin merkezinde, en büyük hedefim olarak, “sadece ve sadece Allahın rızasını kazanabilmiş bir Müslüman olarak hayatımı tamamlayabilmek” vardır.
Yakın planda, 2010'un sıcak Haziranında, Kimya Mühendisliği bölümünden mezun olmayı umuyorum.

Wednesday, January 9, 2008

Sokak çocuğunun yakarışları


Kızılay’ın Bakanlıklarında, üst geçitlerden birinde
Önünde üç selpak bir çocuk oturuyordu.
Türkiye’nin başkentinde, başkentin kalbinde
Kalabalıklar bu olaya seyirci kalıyordu.

Kalbim burkuldu göz göze gelince
Görmezden geldim şuursuz biri gibi.
Kalemimi aldım hemen eve gelince
Düşündüm, hissettim o çocuk gibi.

Eğer annem beni bırakmış olsaydı
Duygu ve düşüncelerim nasıl olurdu?
Eğer o çocuk benim yerimde olsaydı
Bu satırların sonuna ne konulurdu?

“Hayata ıssız sokaklarda başladım
Merhamet sözlerini hiç işitmedim.
Siz çocuklarınızı sevdiğiniz anlarda
Ben soğukta titredim, yiyecek dilendim.

Zamanla kurudum yapraklar gibi,
Tatlı uykuyu denedim, ölümüne.
Okyanus açığında atılmış taşlar gibi
Gittikçe daha da battım, daha derine.

Fikir bulamadığınız için zihninizde
Ben yiyecek aradım tenekelerde.
Yer veremediğiniz için gönlünüzde
Ölüme çare aradım biçareliğimde.

Siz anne şefkatini doyasıya yaşadınız,
Ben de yaşadım ama tatlı rüyalarda.
Oyuncaklarınız vardı, oyun oynadınız,
Bende oynadım ama pembe hülyalarda.

İnsanlar, kabul etseniz kardeşliğimizi.
Benim bu durumumda hiç suçum yok ki.
Bize de açsanız kalbinizi ve evinizi,
Taptığınız putlardan bir hayır yok ki.

Putlarınız; şan-şöhret, makam ve para
Böyle olduğu sürece günlerim kara
Nefse köle olmaktır, en derin yara
Yara tedavi edilirse gerisi gelir sonra

Ah anneciğim, bırakmasaydın beni!
Hiç iyi olmadım talihsiz günden beri.
Vücudum, bir kemik ve onu örten deri,
Bu halim, bencilliğin tabii zaferi.

Güneş ışını gözlerime dökülüyor,
Çileli yeni güne yine merhaba.
İnsanlar bakışını benden saklıyor,
Toplumun ayıbı benim galiba.”

(06.01.07)

Friday, January 4, 2008

İçimizdeki çocuk














Çocuk, varlıklar arasında en masum ve temiz olanıdır. Riya, onun semtine henüz uğrayamamış, büyüklerin maskelerle oynadığı çıkarcılık oyunlarına aklı henüz erememiştir. Kendisine ait pembe dünyası vardır ve o dünyada vahşilere katiyen bir yer yoktur. Herkesin içinde öyle bir çocuk var ki, ölene dek saffetini korur ve zaman zaman kendi iklimine ait nağmeleri fısıldar. Çocukların birbirine benzemesini sağlayan birçok unsur vardır. Bu unsurlardan bir tanesi, belki de onların kaderidir.
Bu çocuğun başından geçirdiği bir hikayesi var ki, sizlerle paylaşmak istedim.. Sahip olduğu tek şey, aşkıydı çocuğun. Onu da birisine vermek, hediye etmek istiyordu. Önce ninesine gitti, çünkü en çok onu sevindirmek istiyordu.
— Nineciğim, aşkımı sana vereyim mi? diye sordu.
Yaşlı nine safi torununu şefkatle bağrına bastı sonra da başını okşayarak;
— Ben kalıcı değilim ki, vakit çok yaklaştı. Yakında buralardan gideceğim. Aşkını beraberimde götürürsem sen yaşayamazsın. En iyisi, sen onu başkasına ver, dedi.
Fazla zaman geçmemişti ki, ninesi vefat etti çocuğun. Geriye annesi ve babası kalmıştı. Çocuk annesine gitti;
— Anneciğim, aşkımı sana vereyim mi? diye sordu.
Annesi, çocuğa zarar gelmesini istemediği için, bu teklifi kabul etmedi;
— Ben alamam, ama sen onu iyi koru, ihtiyacın olacaktır, dedi.
Böyle olunca, çocuk babasına gitti, ama babası da annesinin dediğini tekrar etti.
Fazla zaman geçmemişti ki, çocuk dünyada yalnız kaldı. Ayakkabılarını giydi ve evinden çıktı. Patika bir yolda küçük adımlarıyla yürümeye başladı. Bir hayaller ülkesinin son kızına rastladı ve ona vermek istedi aşkını. Ancak, güzellik şahikası çocuğun yüzüne gülümseyerek;
— O çok sıcak, ben onu taşıyamam, dedi.
Çocuk yoluna devam etti. Yolda bir çiçeğe rast geldi, ama çiçek solunca niyetini gerçekleştiremedi. Bir kelebek başına kondu, ama sonra uçup gittiği için yine umudu boşuna çıktı. Güneşe vermek istedi ama gece olunca güneş kayboldu. Geceleyin en çok parlayan yıldıza vermek istedi, ama o da sabah olunca yitiverdi. Derken bahar geçti kış geldi. Kış gelip geçince tekrar bahar geldi. Bu şekilde mevsimler tekrar etti, yıllar geçti. Aşkının sürekli taze kalmasını istediği için, sıcaklarda, soğuklarda korudu onu, ona bir zararın dokunmasını istemedi.
Çocuk böylece yeryüzünü dolaştı ama sonunda aradığını buldu. Sahip olduğu biricik varlığını aradığına takdim etti. Titrek bir sesle, çatlamış dudaklarından;
— Acizim, aciz olanı istemem. Fakirim, fakir olanı istemem. Faniyim, fani olanı istemem. Bir Yar-ı Baki isterim, başkasını istemem. Hiç ama gerçekten bir hiçim ama varlığı bütünüyle isterim, sözleri döküldü.
Çocuğun avuçlarında, her ne kadar korumaya çalışmış olsa da, biraz tozlanmış, biraz kirlenmiş ve biraz da çatlamış minik kalbi vardı. Çocuğun sahip olduğu ve hediye edebileceği tek şey kalbiymiş.

Uludağ Kanunu


Bilim ağacının kökleri, metafiziktir.
Gövdesi, fizik; üç tane dalı ise
mekanik(mühendislik), tıp ve ahlaktır.
Dekart

Akademisyen olanlara ve olacaklara hediyedir

Yol üzerinde yeşeren ağaçlar ve sarı, beyaz, mor, çiçekler, bahar tablosunun boyalarıydı. Görünmeyen orkestra şefinin nezaretinde ötüyormuşçasına farklı kuş türlerinin sesleri ise bahar senfonisinin notalarıydı. Yağmur sonrası yeryüzüne inen o tertemiz hava ve renkli çiçeklerin hoş kokuları da beklenen baharın tamamlayıcı parçalarıydı. Sultan buram buram tüten baharı hissederek okuldan evine dönüyordu.
Evine vardığında hararetini söndürmek için bir bardak su içmek istedi ama nedense sular akmıyordu. Salona geçti, çekyata uzandı ve gözlerini kapattı. Bir müddet sonra kendisini uçsuz bucaksız çölün ortasında uzanıyor buldu. Yerinden kalktı. Bir taraftan üzerindeki tozları silkeliyor bir taraftan da etrafını gözlemledi. Yarıya kadar doğmuş bir güneş ve hareket eden bir cisim vardı görünenlerde. Hareketli cismin ne olduğunu anlayınca korkudan kalp atışları hızlandı ve koşmaya başladı. Çünkü hareketli cisim, avını hedeflemiş bir çöl aslanıydı. Epeyce koştuğu için nefes nefese kaldı. Uzakta bir kuyu görünce çok sevindi. Kuyuya doğru koştu ve hemen içine atladı. Kuyudan düşerken kuyunun duvarına kök salmış bir dala tutundu. Üzerindeki şoku atarak kendine gelmeye çalıştı. Gözleri karanlığa alıştıkça etrafını daha iyi görebiliyordu. Daldaki iğdeye benzeyen meyveleri fark etti önce. Bir kaç tanesini ağzına attı. Ağzı acılaştı, sonra da yanmaya başladı. Aksırdı, tükürdü ama fayda vermedi. Kuyunun dibinden “tssss” sesi gelince aşağıya baktı. Vahşi bir çölde spiral bir boru ne olabilirdi ki? Anlaşılan, kuyuda yalnız değildi. Tutunduğu daldan yukarı yükselmeye çalıştı. Ancak Sultan'ı bir sürpriz daha bekliyordu. Tutunduğu dalın köklerini kemiren, biri beyaz, diğeri de siyah olan iki fare vardı. Islık çaldı, haykırdı, bir elini sallayarak fareleri ürkütmeye çalıştı ama nafileydi. Sonra bir anlık kendisini boşta hissetti. Uyandı. Çekyattan yere düşmüş yatıyordu. Çaresiz bir takvimden ömrüne bir gün daha sayılmıştı.
Tazyikle akan suyun sesini duyunca mutfağa koştu. Musluğu kapattı ama mutfağın tamamı, koridorun da bir kısmı sular altındaydı. Paçalarını sıvadı ve mutfağı temizlemeye koyuldu. Sonra aceleyle evden çıktı. Sabah kahvaltısını yapamamıştı ama alt kat komşudan sabah fırçasını yemişti.
Dokuzuncu kattan inerken elektrikler kesildi ve asansör durdu. Sırtını asansörün duvarına yasladı ve yere çöktü. Asansör karanlıktı, dardı, yalnızlığı ve kuyuyu hatırlatıyordu. Etkilendiği rüyayı yorumlamaya çalıştı:
“Çöl, gücümün yerinde olduğu gençlik hayatımdır. Kuyu ise çaresiz kalacağım yaşlılık dönemimdir. Peşimde koşan aslan, ecelimdir. Kuyunun dibindeki yılan ise yaşlandıktan sonra kucağına düşeceğim ölümdür. Tutunduğum meyveli dal, beni dünyaya bağlayan zevklerimdir. Biri beyaz diğeri de siyah olan iki fare ise gündüz ve gecedir. Ben ya genç yaşta aslana yakalanacağım ya da yaşlanarak yılana yem olacağım. Doğmadan önce bir hiçtim, öldükten sonra bir hiç olacağım. Matematikteki ‘Squeeze teoremi’ne göre ben, bir hiçim” dedi kendi kendine. Telefonundaki saate her baktığında bir dakika bile geçmemiş oluyordu. Canı sıkılmaya başlamıştı.
Elektrikler nihayet kırk dakika sonra geldi. Asansörden çıktı ve koşmaya başladı. Rüyadan o kadar etkilenmişti ki, bazen arkaya bakıyordu. 100. Yıl pazarının önündeki göbekte bir arabanın ani fren sesi duyuldu. Ecelinden kıl payı kurtulmuştu. 20 cm daha ilerleseydi aslanın ağzına düşecekti. Aldırmadı, koşarak yoluna devam etti. Yağmur birikintilerinin yanından geçerken cep telefonunu düşürdü. Laptop değerindeki telefonunu iki parmağıyla kirli sudan çıkarttı. İçinden sim kartını aldı ve ağlayan telefonunu çöp tenekesine attı. İçinde okul kimliği olan cüzdanını buzdolabın üzerinde unuttuğu için A4 kapısındaki güvenlik memuruyla tartıştı ve zor bela içeri girebildi. Yokuştan aşağı inerken ayağı kaydı, dengesini kaybetti ve dirseğinin üzerine düştü. Ağulu kurşun gibi gözlerinden inen yaşlar, yanağında eridi. Dirseğiyle birlikte kalça kemiği çok fena acıyordu. Kalktı, etrafa saçılmış olan notlarını topladı ve aksayarak da olsa yoluna devam etti. İlk iki dersi kaçırmış, üçüncü derse de geç kalıyordu.
Sınıfın kapısına kadar gittiği halde içeri girmeye bir türlü cesaret edemedi. Birden kapı açıldı, Yusuf Bey neredeyse koşar adımlarla çıktı ve odasının olduğu tarafa yöneldi. Sultan, bir şey olmamış gibi ön sıraya oturdu. Doğum gününde mumlarını söndürmek üzere bir yaş pasta beklerken kızartılmış, bol kılçıklı balıkla karşılaşanlar gibi hissetti kendisini. Çünkü tahtada yazılanlar 'Fluid Mechanics' dersinden daha çok 'Numerical Methods' dersini andırıyordu.
Sınıftakiler kendi aralarında Yusuf Beyin iki kere üst üste selam vermesinin, kederli görünmesinin ve kekeleyerek sınıfı terk etmesinin sebeplerini tartışıyor ve bunlara dair değişik yorumlar yapıyorlardı. Başına gelen aksiliklerden dolayı bunalmış Sultan:
— Bence intihar edecek, dedi.
Sınıftaki uğultunun frekansı değişti. Marie Curie, bütün korkularını anlamaya çalışarak yenermiş. Onun gibi davranan birisi vardı ki, sessizliğini koruyordu ve olup bitenleri anlamak için bir ipucu arıyordu. Svetlana, Google arama motorunun interneti taraması gibi, zihnini hafıza ağıyla taradı. Ağa takılan parametreleri muhakeme fonksiyonuna yerleştirdi. Varsayımlarını(assumptions) yaptı, sınır koşulları(boundary conditions) da uyguladı.
— Evet, doğru söylüyor, diye haykırdı.
Türkçeyi nerede öğrendiyse, çok iyi öğrenmiş. Deyim yerindeyse, Türk olmadığını kanıtlamak için bin şahit lazımdı. İşaret parmağını tahtaya uzatarak:
— Tahtaya bakın. 'Cut to small slices and integrate' yazıyor. ‘Integrate’, intiharı çağrıştırdıysa, kendisini küçük parçalara bölerek intihar etmek istiyor olabilir, dedi.
Sınıf birkaç dakika koyu bir sessizliğe büründü. Sessizliği, medeni cesaretiyle bilinen Beril böldü:
— Bölüm başkanlığına haber verelim, diye teklif etti.
Teklif kabul edildi ve bütün sınıf soluğunu Nurcan Baç'ın odasında aldı.
Nurcan Bey bazı öğretim görevlileriyle görüşme yapıyordu. Detayları öğrenince öğrencilerden sakinleşerek dağılmalarını, Fazilet hanım'dan da ambulans ve itfaiye için telefon açmasını rica etti. Sonra da toplantı heyeti ile beraber Yusuf Beyin kapısına çıktı. Bölüm yönetimi öğretim üyelerine çok önem verdiği için birçok yenilik yapmış ve bunlar arasında ahşap kapıları çelik kapılarla değiştirtme de vardı. Dolayısıyla içeriden kilitli olan bir kapı dışarıdan ne kadar zorlanırsa zorlansın kesinlikle açılmıyordu.
Halil Kalıpçılar'ın Yusuf Uludağ'la olan dostluğu bilindiğinden konuşmak için üzerinde bir baskı hissediyordu:
— Karısıyla önceki gün kavga etiği için çok bunalmıştı, intiharın sebebi bu olabilir, dedi.
Suzan Kıncal itiraz etti:
— Hayır, sanmıyorum, çünkü dün barışmışlar. Yusuf bey'in uzun süredir mali kriz yaşadığını düşünüyorum, arabasını değiştiremedi gitti.
Deniz Üner:
— Yusuf Bey bir eğitim kurumuna yardım ettiği için arabasını değiştiremiyordu. Arabasından da gayet memnundu. Bence başka bir şey var, diyerek karşı çıktı.
Güngör Gündüz ‘Kaos Teorisi’nden esinlenerek:
— Kelebeğin kanat çarpması kadar herhangi küçük bir olay, böylesi bir kaosu netice vermiş olabilir..
Üç romanın yazarı, Esin Tan ise yeni romanı için malzeme topluyordu. Cebinden bir bloknot ve kalem çıkarttı “Beşer zulmetse de kader adalet eder. Başına gelen her ne ise kendi kusurlarına ver.” sözünü kaydetti.
Nurcan Bey cep telefonundan rektör, Ural Akbulut'u aradı. Aralarında bir şeyler konuştular sonra telefonunu kapatarak kapıyı vurdu:
— Yusuf Bey, profesörlük vereceğiz size, diye seslendi. Ama bir gelişme görülmedi.
Acımasız zaman hızla geçiyordu ancak kimsenin elinden de bir şey gelmiyordu. Canan Özgen, umumun duygu ve düşüncelerine tercüman olurcasına:
— Çok kaliteli ve değerli arkadaşımızdı.
Kimya mühendisliği binasının olduğu yer neredeyse mahşer meydanına dönmüştü. Kameralar karşısında bazı öğrencilerden röportaj alan bir medya muhabiri:
— Aslında bu kalabalık, sevginin göstergesidir. Sevenlerin vefasını ifadesidir, diye bir yorum getirdi.
Bu arada, ilk yardım ambulansı gelmiş ve doktorlar binaya girebilmek için işaret bekliyorlardı. İtfaiyeciler Yusuf beyin pencereden atlama ihtimaline karşı perde germiş bekliyorlardı. Jandarma helikopter yollamış, sallanan iplerden birkaç kişi bina çatısına inmeye çalışıyordu. Derken, Yusuf Beyin kapısı aniden açıldı. Herkesin şaşkın bakışları karşısında ağzından dökülen ilk kelime “BULDUM” oldu.
İlkbaharda dağın yükseklerindeki fikirler eriyince önce tevazu ırmağı meydana gelmiş sonra da dağın eteklerindeki bilim ağaçları yeşermişti. Yeşeren ağaçlardan önce sevgi ve hoşgörü çiçekleri birer birer açmış sonra da insanların refahı için o güzel çiçeklerden tatlı meyveler olgunlaşmıştı. Kitaplara “Uludağ denklemi” olarak geçecek bu meyveler, önce bilim dünyasında büyük bir yankı uyandıracak sonra da Nobel'in verilmesine vesile olacaktı. Yeryüzünde nice çakıl taşları vardı, ancak hepsi bir araya gelse bir kaya olamazdı. Yer yüzünde nice ulu kayalar vardı, ancak hepsi bir araya gelse bir Uludağ olamazdı..