
Birinci sınıflara ithafen
Aylardan nisan, günlerden perşembeydi. Üniversite kapısından birkaç sene önce girmiş olan Beşir, analitik kimya laboratuarında titrasyon deneyini yapıyordu. Böylesi deneyler Beşir’in hayat felsefesine ışık tutuyor ve birtakım kanaatlere vardırıyordu. Yani, kimya gibi, hayatın da hassasiyet ve denge meselesi olabileceğini, kimya sayesinde aşına olduğu mili, nano, piko kavramlarının hayatta da var olabileceğini düşünüyordu. Nasıl ki, asit- baz titrasyonunda titrant çözeltisinden bir damlacık kaçırsa bile talep edilen denge kıvamını yakalayamıyorsa, hayatta da arzu-ihtiyaç titrasiyonunda dengeyi yakalayabilmek için biraz dikkat etmesi gerekiyordu.
Sabah sekizi kırk geçe başlayan deney onbire doğru bitti. Laboratuardan çıktığında, öğle yemeğini yiyebilecek kadar acıkmış hissetmiyordu. Dolayısıyla, kafeteryaya girmedi, yanından geçti. Yollarda otobüslerin boy boy dizildiğini gördü. Lise son sınıfında olan üniversite adayları kafileler şeklinde üniversiteyi gezmeye, görmeye gelmiş olmalıydılar.
Gölgesine sığındığı altı metrelik ağaca baktı. Suyun bu ağaca çıkabiliyor olmasını, yaprakların emiş kuvvetinin yer çekimi kuvvetine daha baskın olabileceğine verdi. Yapraklardan buharlaşan su, vakum etkisi yapıyor ve motora gerek bırakmadan topraktaki suyu ağaca temin ettiriyor olmalıydı. Bütün bunları düşüne dururken, liseli çocuğun yanına üniversiteliye benzeyen biri yaklaştı ve selam vererek çocuğun yanına oturdu. Cebinden bir paket sigara çıkarttı ve çocuğa teklif etti. Beşir’in dikkati ağaçlardan çocuğa kaysa da, alakasız ve dikkat etmiyormuş gibi görünmeye çalıştı. Çocuk içmediğini söyledi. Üniversiteli bir sigara yaktı ve ağzına götürerek derince içine çekti. Bunu yaparken gözlerini hafifçe kıstı, dünyanın istikbali ile dertlenmiş kadar dertli görünüyordu. “Ben sigarayı neden içiyorum, bir sor” gibisinden hali vardı. Sonra, ağabeylik taslarcasına, çocuğun ismini, nereden geldiğini, hangi bölümde okumak istediğini sordu. Çocuğun astronomiye meraklı ve hevesinin fizikçi olmaktan yana olduğu anlaşılıyordu. Tanışma faslından sonra, çocuk üniversitedeki bölümler, dersler ve sosyal aktivitelerle alakalı birçok soru sordu. Sonra beklenmedik bir şey oldu, çocuk bir sigara istedi. Üniversiteli “Ha, tabi, ne demek” diyerek paketi çocuğa uzattı. Beşir çocuğa yakınlık hissettiği için olanları üzülerek takip ediyor ama müdahale etmekten de çekiniyordu. Çocuk gülümseyerek paketten bir sigara çekti, biraz inceledi. Yanan çakmağı görünce sigarayı ağzına aldı ve ateşe doğru eğildi. Yüzünün kıp kırmızı oluşundan ilk denemesi olduğu belli oluyordu. Feci öksürmeye başlayınca refleksle sigarayı ağzından çıkarttı ve farkında olmayarak yanan ucunu üniversitelinin tişörtüne batırdı. Sigara tişörtü delerek tene dokunmuş olmalıydı ki, üniversiteli yerinden fırladı. “Yahu, ne yapıyorsun?” diyerek bağırmaya başladı. Çocuğun öksürükleri arasından cılız bir ses çıktı, “abi, özür dilerim”. Bir müddet sonra, üniversiteli sakinleşti ve tekrar babacan görünmeye çalışarak “tamam, bir şey yok, tişörte yazık oldu sadece” diyerek gülümsemeye çalıştı. Buna tepki olarak, çocuğun yüzünde anlamsız bir ifade vardı. “Nasıl yani?” der gibiydi. Biraz sonrasında kendisini açığa verdi, “Abi, tişörtünüzü değiştirme fırsatınız var, cildiniz eğer yandıysa krem sürerseniz geçer. Oysa akciğerlerinizi yenileyemeyeceksiniz. Delinen tişörtünüze üzüleceğinize, delinen akciğerlerinize üzülmeniz gerekmez mi?” Üniversitelinin tebessümü kayboldu, yerini şaşkınlık ifadesi aldı. Tam o sırada otobüslerin olduğu taraftan bir ses “Ali ihsan, hadi buraya gel, gidiyoruz” diye çağırıyordu. Çocuk yerinden fırladı, “abi çok sağ olun, beni çağırıyorlar” diyerek otobüslerin olduğu tarafa koştu. Üniversiteli çocuğun arkasından bakakaldı. Sonra çocuğun yere attığı sigarayı basarak söndürdü ve kütüphanenin olduğu tarafa doğru yöneldi. Liseli çocuğa hayran kalmamak mümkün değildi.
Beşir de çocuğa hayran kalmıştı. Yavaşça yerinde doğruldu ve çarşıdaki Şok mağazasına doğru yürüdü. “İçmek” kelimesi alt bilincinde susamışlığı çağrıştırmış olmalıydı ki, yemekhaneye gitmekten vazgeçti. Onun yerine soğuk bir içecek alacaktı. Mağazaya girdi ve içecekler reyonuna geçti. Kolayı eline alırken tereddüt etti, acaba süt veya meyve nektarını mı alsaydı. Ne de olsa, kolanın besin değeri yok iken süt ve meyve nektarının besin değeri vardı. Hani, asıl amaç suyu vücuda alarak susuzluğu gidermek değil miydi? Beşir, rasyonel olabilmek için mevcut düşünce algoritmasını yenilemeyi deniyordu.
Kararını verirken başvurulabileceği iki farklı referans vardı, biri dili, diğeri de midesiydi. Yani dilin tat ihtiyacını mı, yoksa midenin hammadde ihtiyacını mı önemsemeliydi? Bir dil, ağız girişinde kimlik soran güvenlikçi statüsünde iken; mide, vücudun altyapısından sorumlu rektörü makamındaydı. Dolayısıyla vücuda giren on faydadan sadece birisi kapıcıya, dokuzu mideye ait olmalıydı. Kapıcıya maaşından fazlasını vermek, bir rüşvet çeşidi olduğu için suç teşkil edebilirdi. Kolayı rafa geri koydu ve böylece üç tercihinden birini elemiş oldu. Meyve nektarında C vitamini, sütte ise A,D vitaminleri ve kalsiyum vardı. Sabah peynir yemiş olduğundan sütten alacağını peynirden de almış olmalıydı. Dolayısıyla, süt yerine meyve nektarını tercih etti. Çünkü C vitamini ihtiyacını karşılamak daha mantıklı görünüyordu.
İyi veya kötü, faydalı veya zararlı fark etmez, her ne olursa olsun yeni olduğu sürece bizi cezp eder. Belki bundan dolayı birçoğumuz, kapının ardındakilerden habersiz, riskleri göze alırız. İki değil, üç değil, belki ellinci el olan ortamlar, çevreler, fırsatlar bizleri yeni kuşattığı için, ilk kullanıcısı bizmişiz gibi gelir. Sırf bilinmediğinden ve keşfedilmediğinden, kusurdan başka sermayesi olmayan bir muhtacı geda, nazarımızda, ‘aranan ve beklenen kurtarıcı’ gibi oluverir. Oysa fikirleri ve hevesleri mantık süzgecinden geçirerek daha rasyonel kararlar verebiliriz.