Gövdesi, fizik; üç tane dalı ise
mekanik(mühendislik), tıp ve ahlaktır.
Dekart
Akademisyen olanlara ve olacaklara hediyedir
Yol üzerinde yeşeren ağaçlar ve sarı, beyaz, mor, çiçekler, bahar tablosunun boyalarıydı. Görünmeyen orkestra şefinin nezaretinde ötüyormuşçasına farklı kuş türlerinin sesleri ise bahar senfonisinin notalarıydı. Yağmur sonrası yeryüzüne inen o tertemiz hava ve renkli çiçeklerin hoş kokuları da beklenen baharın tamamlayıcı parçalarıydı. Sultan buram buram tüten baharı hissederek okuldan evine dönüyordu.
Evine vardığında hararetini söndürmek için bir bardak su içmek istedi ama nedense sular akmıyordu. Salona geçti, çekyata uzandı ve gözlerini kapattı. Bir müddet sonra kendisini uçsuz bucaksız çölün ortasında uzanıyor buldu. Yerinden kalktı. Bir taraftan üzerindeki tozları silkeliyor bir taraftan da etrafını gözlemledi. Yarıya kadar doğmuş bir güneş ve hareket eden bir cisim vardı görünenlerde. Hareketli cismin ne olduğunu anlayınca korkudan kalp atışları hızlandı ve koşmaya başladı. Çünkü hareketli cisim, avını hedeflemiş bir çöl aslanıydı. Epeyce koştuğu için nefes nefese kaldı. Uzakta bir kuyu görünce çok sevindi. Kuyuya doğru koştu ve hemen içine atladı. Kuyudan düşerken kuyunun duvarına kök salmış bir dala tutundu. Üzerindeki şoku atarak kendine gelmeye çalıştı. Gözleri karanlığa alıştıkça etrafını daha iyi görebiliyordu. Daldaki iğdeye benzeyen meyveleri fark etti önce. Bir kaç tanesini ağzına attı. Ağzı acılaştı, sonra da yanmaya başladı. Aksırdı, tükürdü ama fayda vermedi. Kuyunun dibinden “tssss” sesi gelince aşağıya baktı. Vahşi bir çölde spiral bir boru ne olabilirdi ki? Anlaşılan, kuyuda yalnız değildi. Tutunduğu daldan yukarı yükselmeye çalıştı. Ancak Sultan'ı bir sürpriz daha bekliyordu. Tutunduğu dalın köklerini kemiren, biri beyaz, diğeri de siyah olan iki fare vardı. Islık çaldı, haykırdı, bir elini sallayarak fareleri ürkütmeye çalıştı ama nafileydi. Sonra bir anlık kendisini boşta hissetti. Uyandı. Çekyattan yere düşmüş yatıyordu. Çaresiz bir takvimden ömrüne bir gün daha sayılmıştı.
Tazyikle akan suyun sesini duyunca mutfağa koştu. Musluğu kapattı ama mutfağın tamamı, koridorun da bir kısmı sular altındaydı. Paçalarını sıvadı ve mutfağı temizlemeye koyuldu. Sonra aceleyle evden çıktı. Sabah kahvaltısını yapamamıştı ama alt kat komşudan sabah fırçasını yemişti.
Dokuzuncu kattan inerken elektrikler kesildi ve asansör durdu. Sırtını asansörün duvarına yasladı ve yere çöktü. Asansör karanlıktı, dardı, yalnızlığı ve kuyuyu hatırlatıyordu. Etkilendiği rüyayı yorumlamaya çalıştı:
“Çöl, gücümün yerinde olduğu gençlik hayatımdır. Kuyu ise çaresiz kalacağım yaşlılık dönemimdir. Peşimde koşan aslan, ecelimdir. Kuyunun dibindeki yılan ise yaşlandıktan sonra kucağına düşeceğim ölümdür. Tutunduğum meyveli dal, beni dünyaya bağlayan zevklerimdir. Biri beyaz diğeri de siyah olan iki fare ise gündüz ve gecedir. Ben ya genç yaşta aslana yakalanacağım ya da yaşlanarak yılana yem olacağım. Doğmadan önce bir hiçtim, öldükten sonra bir hiç olacağım. Matematikteki ‘Squeeze teoremi’ne göre ben, bir hiçim” dedi kendi kendine. Telefonundaki saate her baktığında bir dakika bile geçmemiş oluyordu. Canı sıkılmaya başlamıştı.
Elektrikler nihayet kırk dakika sonra geldi. Asansörden çıktı ve koşmaya başladı. Rüyadan o kadar etkilenmişti ki, bazen arkaya bakıyordu. 100. Yıl pazarının önündeki göbekte bir arabanın ani fren sesi duyuldu. Ecelinden kıl payı kurtulmuştu. 20 cm daha ilerleseydi aslanın ağzına düşecekti. Aldırmadı, koşarak yoluna devam etti. Yağmur birikintilerinin yanından geçerken cep telefonunu düşürdü. Laptop değerindeki telefonunu iki parmağıyla kirli sudan çıkarttı. İçinden sim kartını aldı ve ağlayan telefonunu çöp tenekesine attı. İçinde okul kimliği olan cüzdanını buzdolabın üzerinde unuttuğu için A4 kapısındaki güvenlik memuruyla tartıştı ve zor bela içeri girebildi. Yokuştan aşağı inerken ayağı kaydı, dengesini kaybetti ve dirseğinin üzerine düştü. Ağulu kurşun gibi gözlerinden inen yaşlar, yanağında eridi. Dirseğiyle birlikte kalça kemiği çok fena acıyordu. Kalktı, etrafa saçılmış olan notlarını topladı ve aksayarak da olsa yoluna devam etti. İlk iki dersi kaçırmış, üçüncü derse de geç kalıyordu.
Sınıfın kapısına kadar gittiği halde içeri girmeye bir türlü cesaret edemedi. Birden kapı açıldı, Yusuf Bey neredeyse koşar adımlarla çıktı ve odasının olduğu tarafa yöneldi. Sultan, bir şey olmamış gibi ön sıraya oturdu. Doğum gününde mumlarını söndürmek üzere bir yaş pasta beklerken kızartılmış, bol kılçıklı balıkla karşılaşanlar gibi hissetti kendisini. Çünkü tahtada yazılanlar 'Fluid Mechanics' dersinden daha çok 'Numerical Methods' dersini andırıyordu.
Sınıftakiler kendi aralarında Yusuf Beyin iki kere üst üste selam vermesinin, kederli görünmesinin ve kekeleyerek sınıfı terk etmesinin sebeplerini tartışıyor ve bunlara dair değişik yorumlar yapıyorlardı. Başına gelen aksiliklerden dolayı bunalmış Sultan:
— Bence intihar edecek, dedi.
Sınıftaki uğultunun frekansı değişti. Marie Curie, bütün korkularını anlamaya çalışarak yenermiş. Onun gibi davranan birisi vardı ki, sessizliğini koruyordu ve olup bitenleri anlamak için bir ipucu arıyordu. Svetlana, Google arama motorunun interneti taraması gibi, zihnini hafıza ağıyla taradı. Ağa takılan parametreleri muhakeme fonksiyonuna yerleştirdi. Varsayımlarını(assumptions) yaptı, sınır koşulları(boundary conditions) da uyguladı.
— Evet, doğru söylüyor, diye haykırdı.
Türkçeyi nerede öğrendiyse, çok iyi öğrenmiş. Deyim yerindeyse, Türk olmadığını kanıtlamak için bin şahit lazımdı. İşaret parmağını tahtaya uzatarak:
— Tahtaya bakın. 'Cut to small slices and integrate' yazıyor. ‘Integrate’, intiharı çağrıştırdıysa, kendisini küçük parçalara bölerek intihar etmek istiyor olabilir, dedi.
Sınıf birkaç dakika koyu bir sessizliğe büründü. Sessizliği, medeni cesaretiyle bilinen Beril böldü:
— Bölüm başkanlığına haber verelim, diye teklif etti.
Teklif kabul edildi ve bütün sınıf soluğunu Nurcan Baç'ın odasında aldı.
Nurcan Bey bazı öğretim görevlileriyle görüşme yapıyordu. Detayları öğrenince öğrencilerden sakinleşerek dağılmalarını, Fazilet hanım'dan da ambulans ve itfaiye için telefon açmasını rica etti. Sonra da toplantı heyeti ile beraber Yusuf Beyin kapısına çıktı. Bölüm yönetimi öğretim üyelerine çok önem verdiği için birçok yenilik yapmış ve bunlar arasında ahşap kapıları çelik kapılarla değiştirtme de vardı. Dolayısıyla içeriden kilitli olan bir kapı dışarıdan ne kadar zorlanırsa zorlansın kesinlikle açılmıyordu.
Halil Kalıpçılar'ın Yusuf Uludağ'la olan dostluğu bilindiğinden konuşmak için üzerinde bir baskı hissediyordu:
— Karısıyla önceki gün kavga etiği için çok bunalmıştı, intiharın sebebi bu olabilir, dedi.
Suzan Kıncal itiraz etti:
— Hayır, sanmıyorum, çünkü dün barışmışlar. Yusuf bey'in uzun süredir mali kriz yaşadığını düşünüyorum, arabasını değiştiremedi gitti.
Deniz Üner:
— Yusuf Bey bir eğitim kurumuna yardım ettiği için arabasını değiştiremiyordu. Arabasından da gayet memnundu. Bence başka bir şey var, diyerek karşı çıktı.
Güngör Gündüz ‘Kaos Teorisi’nden esinlenerek:
— Kelebeğin kanat çarpması kadar herhangi küçük bir olay, böylesi bir kaosu netice vermiş olabilir..
Üç romanın yazarı, Esin Tan ise yeni romanı için malzeme topluyordu. Cebinden bir bloknot ve kalem çıkarttı “Beşer zulmetse de kader adalet eder. Başına gelen her ne ise kendi kusurlarına ver.” sözünü kaydetti.
Nurcan Bey cep telefonundan rektör, Ural Akbulut'u aradı. Aralarında bir şeyler konuştular sonra telefonunu kapatarak kapıyı vurdu:
— Yusuf Bey, profesörlük vereceğiz size, diye seslendi. Ama bir gelişme görülmedi.
Acımasız zaman hızla geçiyordu ancak kimsenin elinden de bir şey gelmiyordu. Canan Özgen, umumun duygu ve düşüncelerine tercüman olurcasına:
— Çok kaliteli ve değerli arkadaşımızdı.
Kimya mühendisliği binasının olduğu yer neredeyse mahşer meydanına dönmüştü. Kameralar karşısında bazı öğrencilerden röportaj alan bir medya muhabiri:
— Aslında bu kalabalık, sevginin göstergesidir. Sevenlerin vefasını ifadesidir, diye bir yorum getirdi.
Bu arada, ilk yardım ambulansı gelmiş ve doktorlar binaya girebilmek için işaret bekliyorlardı. İtfaiyeciler Yusuf beyin pencereden atlama ihtimaline karşı perde germiş bekliyorlardı. Jandarma helikopter yollamış, sallanan iplerden birkaç kişi bina çatısına inmeye çalışıyordu. Derken, Yusuf Beyin kapısı aniden açıldı. Herkesin şaşkın bakışları karşısında ağzından dökülen ilk kelime “BULDUM” oldu.
İlkbaharda dağın yükseklerindeki fikirler eriyince önce tevazu ırmağı meydana gelmiş sonra da dağın eteklerindeki bilim ağaçları yeşermişti. Yeşeren ağaçlardan önce sevgi ve hoşgörü çiçekleri birer birer açmış sonra da insanların refahı için o güzel çiçeklerden tatlı meyveler olgunlaşmıştı. Kitaplara “Uludağ denklemi” olarak geçecek bu meyveler, önce bilim dünyasında büyük bir yankı uyandıracak sonra da Nobel'in verilmesine vesile olacaktı. Yeryüzünde nice çakıl taşları vardı, ancak hepsi bir araya gelse bir kaya olamazdı. Yer yüzünde nice ulu kayalar vardı, ancak hepsi bir araya gelse bir Uludağ olamazdı..
No comments:
Post a Comment