1980’in bir Ağustos sabahında, güneşten birkaç dakika önce, Türkmenistan’da Daşoguz ilinin Tagta ilçesinde doğdum. İsmimi şair dedem beğenmiş. İki yaşıma basmadan Daşoguz şehrine taşındık. Dört yaşımda evimizin hemen yanındaki No:17 kreşine başladım. Canım sıkıldığında evime kaçıyordum. Annem kreşte aşçı olarak işe başlayınca onunla karşılaştığımda peşine takılıyordum. Altı yaşıma geldiğimde kreşin yanındaki No:1 Rus Okulu’na başladım. Nelya Djumutovna ilk öğretmenim oldu. Rusça okumayı ve yazmayı ondan öğrendim. İlk şiir ezberlemeyi o yaşlarda başlamıştım. Ancak, “Pereskaji, çto ti proçital”, yani “Okuduklarını anlatabilir misin?” denilince çok zorlanıyordum. Okulun girişinde Lenin büstünün hemen sağında, duvarda kabartılmış ve zihnime kazınmış bir cümlesi vardı; “Okumak, okumak, okumak ve bir kere daha okumak.”
Apartmanda alt kat komşumuz Özbek, karşı komşumuz ise Ermeni asıllıydı. Haliyle, ilk dostlarım o ailenin çocukları oldu. Anlaşabilmek için aramızdaki ortak dil olan Rusçayı kullanıyorduk. Küçük dostlarımın anneleri gittiğim okulda Rusça öğretmeni oldukları için ödevlerimi yapmamda yardımcı oluyorlardı.
Üçüncü sınıftan sonra, yani sekiz yaşıma geldiğimde Daşoguz’un ‘Nıgmat’ semtine taşındık. Kaydım No:1 Rus Okulu’ndan No:3 Rus Okulu’na alındı. Yeni arkadaşlıklar edinsem de eskileri sevdiğim kadar onları sevemedim. Dolayısıyla, çocukluğumun geçtiği eski semtimi çok özlüyordum ve bazen oraya gidiyor, saatlerce eski evimin olduğu apartmanın önündeki bankta oturarak etrafı seyrederdim.
Dördüncü sınıftan yedinci sınıfına kadar No:3 Rus Okulu’nda okudum. Yedinci sınıfta ders notlarım çok yükseldi. Çalışkan, yaramazlık yapmayan, örnek öğrenci profilini çizmiştim. Sevmediğim ve zevk alamadığım dersler arasında kimya, cebir ve geometri vardı. Cebir dersinin hocası; “ya kaç kere söyleyeceğiz, elma ile armut toplanmaz diye?” dese de ben; “Ama fen hocamız, Miçurin’in armut ağacını elma ağacına aşıladığını söylemişti” diye düşünürdüm. Maalesef benim düşündüğüm olmuyordu ve cebir dersini zar zor geçebiliyordum. Geometri dersinde ise sürekli ispat soruluyordu. Üçgenin iç açılar toplamının 180 derece olduğuna, paralel çizgilerin kesişmediğine dair verilen ispatlar beni neredeyse öldürüyordu. Kimya dersinde Mendeleyev’in periyodik tablosu kullanılıyordu. Molarite, mol sayısı gibi hesaplamalar istendiğinde isyan edercesine, içimden “yahu bana ne ya?” diyordum. Yani, kimya dersi, cebir dersinin yaramaz kardeşi gibi bir şeydi benim için. Ama gel gör ki, yıllar sonrasında kader beni o derslerle barıştıracaktı.
Beşinciden sekizinci sınıfına kadar sınıf öğretmenliğimi Rema Gregoryevna yaptı. Rus dili ve Edebiyat derslerine girdiği için her yaz tatili öncesinde bir kitap listesi verir ve tatil sonrasında bizden kitapların muhtevasını anlatmamızı isterdi. Genellikle o zamanlarda çok feci fırça yiyerdim. Çünkü dedemin yanında, geçirdiğim yaz tatillerinde birçok arkadaşım olur, onlardan ayrılarak uslu uslu bir köşeye çekilip kitap okumak benim için çok zor, hatta imkânsız gibi gelirdi.
80’lerin sonlarına geldiğimizde devletin başında Mihail Sergeyeviç Gorbaçov vardı. Eski başkanlardan çok farklıydı, çünkü rol yapmıyordu, manken değildi, resmi görünmüyordu. O zamanların en popüler kelimeleri “Perestroyka ve Privatizasiya” idi. Perestroyka, yenilenme Privatizasiya ise özelleştirme manasına geliyordu. Devlet zarar eden fabrikalarından kurtulmak istiyordu. Çubayse denen bir bakan ikide bir televizyonlara çıkıyor ve Sovyet halkına çok yabancı, “Vaunçer” denen yeni bir kavramı tanıtıyordu. Vaunçer, hisse senedi gibi bir şeydi ve fabrika işçilerine eşit miktarda dağıtıldı. Ancak Yahudi işçiler hariç herkes elindeki hisse senetlerini satmaya çalışıyor, kendisine ya bir ev ya da bir araba alıyordu. Doğal olarak hisse senetleri Yahudilerin elinde toplandı ve fabrikanın yeni sahipleri ortaya çıktı. Sovyet birliğinde ‘Oligarh’ denen yeni bir zümre yükseldi. Yeni fabrikatörlerin ilk teşebbüsü gizli işsizliği yok etmek oldu. Yani, bir işletmede bir kişinin yapabileceğini on kişi yapıyorsa dokuz kişiye boşuna maaş veriliyor demekti. Böylece, ülkede işsizlik nüksetti, üretim azaldı, halk fakirleşti. Bu kaosun türbulansı ile Gorbaçov koltuğundan oldu ve Sovyet birliğinin varlığına son verildi.
90’lı yıllardı, Sovyet birliği dağılmış ve demir perdeler yıkılmıştı. Herkes “Bundan sonra ne olacak?” diye soruyordu birbirine. Otorite boşluğu hâkimdi, denetim kayboldu, anarşi popülerlik kazanıyordu. Televizyon kanallarında sosyalizme alternatif sistemler gündeme geliyor, ateizmin çürük yanları korkusuzca ifşa ediliyordu. Hıristiyanlık, Budizm, Krişna, Yahova, gibi birtakım dinlerin mensupları boşluğu fırsat bilmiş ve dağılmış ülkelere hücum etmişlerdi. Sıra arkadaşım Hıristiyanlığını ilan ediyor, halam Krişna ve İslam arasında muhayyer kaldığını söylüyordu. Rusya kanallarının bazılarında papazların sohbetlerine yer verilir olmuş, bazılarında ise Nirvana’ya ulaşmanın yolları tarif ediliyordu. Babam ise hepsinin saçma olduğunu, önemli olanın politika olduğunu söylüyordu. Bense yedinci sınıfın sonlarına gelmiştim. Yaşımın on üç olduğu o sıralarda ilk aşkımı bulmak için daha çok heveslenirdim.
Bir gün bir arkadaşımdan Türklerin erkek koleji açtığını ve sınavla öğrencilerin alındığını öğrendim. Hem de okuduğum okuldan sadece bir sokak ilerideymiş. Üç arkadaşla birlikte cesaretimizi topladık ve sınavla ilgili bilgileri almaya gittik. Oradaki bir yetkili yarım yamalak bir Türkçe ile “Sınav soruların hemen aşağısında beş tane şık veriliyor, onlardan bir tanesi doğru, diğerleri yanlış cevaplardır. Siz doğru olanı işaretleyeceksiniz.” dediğinde çok şaşırdık. Çünkü klasik soruların sorulduğu sınavlara alışmıştık.
İki ay sonra, sınav günü gelip çattı. Arkadaşlarımla birlikte farklı sınıflarda sınava girdik. Test sınavınınçok kolay olacağını sanıyordum ama alıştığım standart beş-on soru yerine tam yüz tane soru ile karşılaştığında bir şok yaşadım. Sınav sonrasına kadar zor yetiştirebildim. Okulun avlusundaki kalabalıkta beni bekleyen arkadaşlarımın yüzündeki şaşkınlık beni şaşırtmadı. Eve giderken, yollarımız ayrılana kadar sürekli soruları konuştuk ve birbirimizi teselli etmeye çalıştık.
Girdiğimiz sınavdan sonra üç ay geçti. O sıralarda dedemin evinde televizyon karşısında uzanıyordum. Ayağımda bir yara vardı. Çünkü iki gün öncesinde arkadaşlarımla nehir içinde yüzme kovalamacası oynarken ayağıma bir cam parçası barmıştı. Yaramın iyileşmesi için televizyon izlemekten daha masum bir şey bulamamıştım. Sınavın açıklandığı haberini üvey abim dedemin evine gelerek söyleyince ilk işim eve kavuşmak oldu. Okulun yatılı olduğunu, iki haftalık adaptasyon proğramına çağrıldığımı annemden öğrendim. Bu süreç zarfında gerekli olabilecek eşofman, havlu gibi eşyalarımı ve kırtasiye malzemelerini çantama alarak okula gittim. Sınava beraber girdiğim üç arkadaştan sadece beni çağırmışlar. Yoğun iki haftalık program sonrasında tekrar bir sınav yapılarak eleme yapıldı. Elemeden geçtiğimi öğrenince çok sevinmiştim.
İlk yıl İngilizce ve Türkçenin bir arada öğretildiği hazırlık sınıfı vardı. Eski okulmdaki rus dili ve edebiyat hocamız gibi Türk hocalar da sürekli kitap okumaya teşvik ettikleri için kitap okuma baskısından hala kurtulamadığımı fark ettim. Hiçbir şey anlayamasam da, sırf okumuş olmak için bana verilen kitapları hızlıca okuyup teslim ediyordum. Ancak, her seferinde suratım ekşileşiyor ve bir türlü sevinemiyordum. Çünkü kendimi zorlayarak bitirdiğim bir kitabı belletmen abim alıyor ve soğukkanlılıkla başka bir başkasını elime tutuşturuyordu. Zamanla bu duruma alıştım ve kitaplardan zevk almaya başladım.
Medyadan ve babamdan, müslümanların şehvetine düşkün, uzlaşılması zor, hoşgörüsüz ve radikal tipler olarak öğrenmiştim. Dolayısıyla bu yönde önyargılarım vardı. Ama lise birin sonlarında birer birer yıkılmaya başladı. Çünkü müslüman sıfatındaki hocaların tavırları önyargılarımla çelişirdi. Hafta sonları eve geldiğimde heykeltıraş olan babam “Türkler tam müslüman değil, çünkü gerçek müslümanların bilimle alakaları olmaz” diyerek kendince bir yorum yapardı.
Hayatımda hiç cami görmediğimden okuduğum bazı romanlarda geçen şadırvan, şerefe, minare gibi kelimeleri zihnimde pek canlandıramazdım. Onları bizde olmayan ve Türk mimarisine has yapıtlar olarak algılardım. Şule Yüksel Şenler'in “Huzur Sokağı” romanını bitirdiğim sıralarda, yani on altı yaşlarımda müslüman olmaya karar verdim Müslümanlığın gereklerini öğrenerek gizlice uygulamaya başladım. Bu durumu öğreninde babam çok şaşırdı ama pek umursamadı. Bazen hiciv yapardı, “Cihada ne zaman çıkacaksın? Silah eğitimini almayacak mısın?” derdi. Hal böyle iken aileme daha saygılı olmaya çalışırdım. Kardeşlerimin dersleriyle yakından ilgilenir ve eskinin tam tersi, onlara yardımcı olurdum. Darvin’in savunduğunun tam aksine, tabiatta çatışmanın olmadığını, bilakis yardımlaşmanın var olduğunu savunurdum. Her canlı ekosisteme çalıştığı için, dolaylı olarak bir başka canlıya yardım etmiş olduğunu örneklerle anlatmaya çalışırdım.
Hazırlık sınıfında ninemi, lise üçte ise dedemi kaybettim.
Lise üçün sonunda ülkemi uluslararası biyoloji olimpiyatında temsil etme hakkı kazansam da mansiyon ödülü ile yetindim. Liseyi on ikincilikle kazanmıştım ancak üçüncülükle mezun oldum. Üniversite sınavında devlet bursunu kazanarak Ankara Üniversitesinde Ziraat Fakültesine başladım. Üniversite yıllarımda okul derslerimin yanında muhakeme ve mantık gibi bazı felsefe kavramları ile meşgul oldum. Ankara Üniversitesinden mezun olduktan sonra Siyasal Fakültesinde yüksek lisansa başlamayı yeğlerken, manevi babam hükmünde olan Kemal Oktar Bey’in teşviki ile YÖS sınavına girdim. ODTÜ Kimya Mühendisliğini kazanınca ikilemde kaldım ama daha sonra yüksek lisans yapma fikrini ertelettim. Ancak bir noktadaki kararlılığım bir zemine oturmuş olsa da bir farklı noktadaki endişelerim su yüzüne çıkmaya başladı. Endişelerim arasında özel hayatım da vardı. O zamanlarda karar labirentindeki tercihim sürekli çıkmaz bir sokağa takılırdı. Birinden çıkmazdan diğerine derken, belki nefes nefese kalırdı ama bana ulaşamazdı, beni bulamazdı. Hayatım gereksiz bir rotaya girmiş gibiydi. Manasızlığı, suniliği o safhalarda hissettim. Bir şeyler kazanırken bir şeyler de kaybediyor gibiydim.
Toparlamak gerekirse, her insanda olduğu gibi benim de arzularım, korkularım ve hedeflerim vardır. Hedeflerimden en büyüğü, gelecek nesillere miras bırakabileceğim, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanı ağırlığında, 1990–2020 yıllarını anlatan birkaç roman yazabilmektir. En büyük korkum, bencillik, kendimi beğeniyor olmak ve beni beğenenleri beğenmek gibi zehirli huylarımdır. Her fanide olduğu gibi, benim de bir gün dünya ülkesindeki oturma iznim bitecektir. O saniyede bana emanet edilmiş gençliğimi, sağlığımı ve mal varlığımı döviz bürosunda, istikbal ülkesinin para birimine çevirmiş olmam gerekiyor ki, baki ülkemde sefalet çekmeyeyim. Böylesi hayati bir meseleden dolayı hayat felsefemin merkezinde, en büyük hedefim olarak, “sadece ve sadece Allahın rızasını kazanabilmiş bir Müslüman olarak hayatımı tamamlayabilmek” vardır.
Yakın planda, 2010'un sıcak Haziranında, Kimya Mühendisliği bölümünden mezun olmayı umuyorum.